Doğanın Alfabesiyle Tasarlamak: Permakültür
Hazırlayan: Selen Akhuy
Kaynak: permacultureturkey.org
Bu yazı ilk olarak Arredamento Mimarlık Dergisi’nin Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır.
İnsan etkinliğinin önemli, ayırt edici, belirleyici bir kısmı “enformasyonun” kodlanması ve bu kodların okunması ile ilgilidir. Eğitim, başka pek çok niteliğin ve işlevinin yanında, yetişmekte olan bireyin içinde büyüdüğü toplumun yaşantısına katılıp katkıda bulunmasını sağlayacak kod okuma ve oluşturma becerilerinin aktarılması olarak tanımlanabilir. Benzer bir şekilde sanat, tasarım ve mimarlık, başka pek çok niteliğin ve işlevin yanı sıra, aynı zamanda bir kodlama edimi olarak görülebilir. Bu kodlama sürecinde, bilgimizi veya maalesef cehaletimizi kodlarız.
Bilgimizin en önemli kaynağı ise kendimiz ve çevremizle ilgili gözlemlerimizdir. Bu süreçte, “büyük öğretmen” doğadan öğreniriz.
Doğal olguların gözlenmesi ile elde edilen bulgular, bunların altında yatan işleyiş ilkelerini kavramamızı kolaylaştıracak sadelikte formüllere büründürüldüğünde insan aklı rahat eder.Doğal olguları ve formları geometrik şekiller vasıtasıyla temsil etmek, sadece onları nitelik ve nicelik bakımından kavramak isteyen fizikçilerin değil, tasarımcıların, mimarların ve sanatçıların da uğraş alanına girmiştir. Zira etrafımızdaki nesnelerin insan ölçülerine ve/ veya doğada gizli ölçülere/oranlara göre tasarlanmış olmaları, bizi rahat ettiren unsurlardan biridir. Ayrıca, doğanın işleyişi ve evrendeki yerimiz hakkındaki bilgimiz ve sezgilerimiz bu yolla ifade bulmaktadır.
Örnek vermek gerekirse, doğada çok sık rastlanan altın oran (yaklaşık 1,618) kodunu – biz sezsek de sezmesek de – etrafımızdaki birçok tasarım ürününde bulmak mümkündür.
Sayıların, geometrinin, varoluş sırlarını bize fısıldayacakmış gibi göründüğü en çarpıcı örneklerden biri, Vitruvius?un adeta bir bilmece gibi ortaya koyduğu, insan bedeninin tüm parçalarını birbiriyle ilişkilendirmekle kalmayıp insanı bir kare ve daire içine yerleştirmek suretiyle gökyüzü (ilahi) ve yeryüzü (dünyasal) arasına konuşlandıran tarifinden yola çıkan Leonardo da Vinci’nin gerçekleştirdiği çizimdir.
Fakat insanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, beden ölçüleri Vitruvius Adamı’nın ölçütleriyle karşılaştırıldığında da az çok farklılıklar ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde, Öklid geometrisinin düz çizgilerine, dairelerine, üçgenlerine, karelerine, piramitlerine doğada pek rastlamayız. Tersine, doğaya baktığımızda kendilerine özgü karakteristikleri nedeniyle birbirinden ayırt edebildiğimiz, fakat hiçbir örneği bir diğerinin tıpatıp eşi olmayan bazı oluşumlar görürüz:
– Suyun veya kumulların üzerinde oluşan DALGA formu
– Nehirlerdeki AKIŞ HATLARI
– Travertenlerde, ağaç tepelerinde veya gökyüzünde gördüğümüz BULUTSU formlar
– Galaksilerde, havanın küresel dolaşımı sırasında, ayçiçeğinde görülen SARMALLAR
– Likenlerde, resiflerin kenarında gördüğümüz LOBLAR
– Ağaçlarda, nehirlerde, çatlayan yüzeylerde, şimşekte gördüğümüz DALLANMALAR
– Kayalardaki likenlerde, adaların dizilişinde gözlemlenen DAĞINIK ÖBEKLER
– Çamur çatlaklarında, örümcek ağında, kuş kemiklerinin içinde görülen AĞLAR
Bütün bu şekiller ve onları doğuran süreçler, bildiğimiz geometrik formlara benzemeyen, doğrusal formüllere oturtulamayan düzensizlikler içerir. Çok parametreli, karmaşık (kaotik) sistemlerin her unsuru birbirlerini karşılıklı olarak etkilediği için doğrusal düşünce biçimleri ve denklemlerle kavranamaz, temsil edilemezler.
“Doğa, kesin ölçümlerin ötesindedir ve ancak duyularla algılanıp “sistem” olarak idrak edilebilir.” (Mollison, s. 71)
“Fizik bilimi var olduğundan beri doğanın yasaları araştırılıp sorgulanmış, ancak, fizikçiler atmosferde, çalkantılı denizlerde, yabani popülasyonların dalgalanmalarında, kalp ve beynin titreşimlerinde var olan düzensizlik konusuna gelip dayandıklarında dünyayı bu konuların cahili olmaktan kurtaramamışlardır. Doğanın kuraldışı olan, devamsızlık ve düzensizlik gösteren yüzü bilim için bir bilmece, hatta daha kötüsü birer hilkat garibesi olarak kalmıştır. Ne var ki, 1970’li yıllarda (…) birkaç bilim insanı düzensizlik konusuna el atmaya başladı.” (Gleick, s. III-IV)
Hava durumu tahmini, popülasyon değişimleri, akışkanların hareketleri gibi doğrusal olmayan, dinamik sistemleri incelemek, girintili çıkıntılı bir kıyı şeridinin ölçmek, veya bu konularda matematiksel modeller geliştirmek için kollar sıvandı. Bu atılıma ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında cesaret edilebilmesinin ardında yatan en önemli sebeplerden biri, bir formülün çıktısını, geri beslemeyle tekrar formüle girdi olarak sunmaya dayanan sonsuza dek yinelemeler (iteration) için ihtiyaç duyulan hesaplama kapasitesini sağlayacak bilgisayarların ancak 70’li yıllardan sonra hayatımıza girmiş olmasıdır. Sonuçta, “fraktal” geometrinin sunduğu olağanüstü karmaşıklıkta ve büyüleyici güzellikte formlar bilgisayar ekranında belirdiği an, ki bunların en ünlüsü, “Tanrı’nın parmak izi” olarak anılan Mandelbrot kümesidir, evrenin işleyişini kavramak çabasında sanatla geometrinin bir kez daha birbirine dokunduğu harika bir an olarak tescillenmişti. Bir yandan da, geri besleme, kendine benzerlik, yineleme, başlangıç durumuna hassas bağlılık ve daha niceleri gibi kavramları içeren, görelilik ve kuantumdan sonra üçüncü bilimsel devrim dalgası “Kaos Kuramı” doğuyordu.
Fraktal geometri, kısa zamanda tekstil desenleri üreten veya dağlar, dalgalı deniz, yangın gibi görsel efektler hazırlayan bilgisayar programlarından, cep telefonlarında farklı frekansları alabilecek antenlerin tasarımına varıncaya kadar birçok alanda kullanılır hale geldi.
Öte yandan, bütün bu gelişmeler sayesinde, bilim insanlarının büyükçe bir bölümü, rastgele oldukları gerekçesiyle bir köşede unutulan eski verileri yeni yöntemlerle ele alabileceklerini fark ettiler, bir kısmı bilimdeki bölümlenmenin araştırmalarına engel teşkil ettiği hissine kapıldı, hatta bazıları da parçaları bütünden soyutlayıp incelemenin gereksizliğini düşündüler. (Gleick, s. 300)
70’li yıllardan itibaren bu gelişmeler olurken, aynı dönemde, 1928 Tazmanya doğumlu balıkçı, ormancı, araştırmacı, eğitmen, doğa insanı Bill Mollison ve çalışma arkadaşı David Holmgren çeşitli bilim dallarını birbirleriyle “konuşturacak” bir çerçeveyi oluşturmakla meşgullerdi. Geometri, jeoloji, biyoloji, müzik, sanat, astronomi, parçacık fiziği, ekonomi, fizyoloji, teknoloji ve diğerleri arasında bağlar kuracak ve hepsinde uygulanabilecek bir yaklaşım geliştirmeyi ve bunu bilinçli tasarımlar yapmak üzere kullanmayı hedefliyorlardı. Bu yaklaşım “örüntüleme”ydi, Bill Mollison’ın müfredatını “Permaculture: A Designers’ Manual” – Permakültür: Tasarımcıların El Kitabı (1988) adlı kapsamlı eserinde ayrıntılandırdığı tasarım bilimine de (1974’te) “permakültür” adını verdiler.
“Permakültür, birçok disiplin arasındaki bir çevirmen gibidir, farklı alanlardan enformasyonu bir araya getirir. Çeşitli bilgi biçimlerinin birbirleriyle ilişki haline girdiği bir çerçeve veya örüntü olarak tarif edilebilir. Permakültür, farklı disiplinlerin bir sentezidir.” (Mollison, s. 76)
Mollison’a göre doğal olguların altında yatan örüntüleri anladığımızda ve bunları birbirine bağlı kümeler halinde biraraya getirdiğimizde tasarım için güçlü bir araç geliştirmiş ve birçok disiplini ilişkilendirecek bilimsel bir temel bulmuş oluruz.
Örüntü kelimesinin İngilizce karşılığı olan pattern, Latince “baba” anlamına gelen pater sözcüğünden gelir. Benzer şekilde, “rahim” ya da “kalıp” anlamlarını taşıyan İngilizce matrix sözcüğü de “ana” anlamındaki mater‘den gelir. (Lundy, s. 62)
TDKnin Güncel Türkçe Sözlüğü’ne göre örüntü, olay veya nesnelerin düzenli bir biçimde birbirini takip ederek gelişmesidir. Buna göre, haftanın günleri bir örüntü oluştururlar.
Semboller, desenler ve form hakkındaki kitap ve kaynakların çoğu bunları genel modeller haline getirmezler veya günlük yaşamda faydalanabileceğimiz uygulamalı örnekler sunmazlar. Genellikle listeler veya kataloglar oluşturmakla yetinirler.
“Bazıları da anlam sadece sayılarda veya örüntülerde yatıyormuş, örüntüler esrarlı bilgilerin sembolleriymiş ve bunların güçlerini ortaya çıkarak tek anahtar da sorgusuz sualsiz bir inançmış gibi bir yaklaşım sergilerler.” (Mollison s.71)
Mollison’ın örüntü kavramıyla kastettiği, biçim – işlev ilişkisini açık eden, sadece anlık görüntüleri, durumları değil, dinamik süreçleri de okumamıza yardım eden kodların kolay akılda kalan, kolay öğrenilen formlara veya kalıplara dökülmesidir.
Tasarımda uygun örüntülemeler sayesinde, akış, büyüme, bilgi akışı gibi unsurları kullanarak enerji tasarrufu sağlayan, işlev ve estetik açısından tatmin edici, verimli ve sürdürülebilir sistemler kurmak mümkündür.
“Örüntüleme, tasarımlarımız için çerçeve oluşturur. Gözlemlerimizden elde ettiğimiz bilgiyi, varlık ve nesneleri, bağlantılar hakkındaki analitik yorumlarımızı, belirli malzeme ve teknolojileri bu çerçeve içine oturturuz. Örüntüleme sayesinde öğeler etkileşime girer ve faydalı ilişkiler kuracak şekilde işlev görmeye başlar. Örüntü, tasarımdır, tasarım da permakültürün konusudur.” (Mollison, s.94)
Dağ zirvelerinin, akarsuların ve kollarının, ağaç dallarının, kum tepelerinin oluşumları gibi ilk bakışta düzensiz, gelişigüzel, karmaşık gelen görünümler içinde bir “düzen” okumayı başaranlar, sadece son 30 – 40 yılda, bilgisayarların gücünü arkalarına alan bilim insanları değildi. Birçok kadim topluluk gök cisimlerinin hareketlerini isabetle tespit edip çeşitli periyotlardaki döngüleri desenlere ve mimarilerine aktarmışlar, ilkel dediğimiz kabileler şarkılarına çölde veya okyanusta yollarını bulmalarını sağlayacak yol haritaları işlemişler, evrenin ve toplulukların işleyişi hakkındaki görülerini masallarına, törenlerine yansıtmışlar, örüntüleri kullanarak coğrafi ve ekolojik bilgileri kodlamışlar.
“Sayısal ve alfabetik sembolleri geliştirdikten sonra, eğitimimizin parçası olarak örüntüleri öğrenme ve kaydetmeyi terk etmemizin” bir hata olduğunu belirten Mollison (s.97), kolayca yeniden üretebilecek sözel ve görsel örüntülerin (sağaltım, gıda temini, hava durumu tahmini, yön bulma, gök cisimlerinin döngüleri gibi toplulukların yaşamsal gereksinimlerinin karşılanmasıyla ilgili) çeşitli bilgileri kodlamak suretiyle kültürel birikimin aktarılmasına katkı sağladığını söylüyor. Semboller, desenler, masallar, şarkılar, danslar ve törenlerle bilgi, nesilden nesile iletilebiliyor ve tekrarlana tekrarlana topluluğun tüm bireyleri tarafından içselleştirilebiliyor. Ne var ki, örüntülerle haşır neşirliğimiz tekrarlardan ibaret kaldığında zaman içinde bunların içi boşalmış kalıplara dönüşmesi ve örneğin kilim motiflerinin bilgi ve anlam aktarmaktan uzak, turistik dekoratif unsurlar olarak karşımıza çıkması da söz konusu olabilmekte.
Gözlem, doğadaki örüntüleri okuma ve bunu günlük yaşama aktarma pratiğine kendi coğrafyamızdan da pek çok örnek vermek mümkün. Buğday Derneğinden Güneşin Aydemir, bizzat tanışma fırsatı bulduğu Salih Amca adlı bir Anadolu yörüğünün, her yıl ağustosun ikinci yarısında 12 gün boyunca tabiatı gözlemlediğini ve bunun sonucunda, 12 günün her biri bir aya denk düşecek şekilde, bir yıllık hava tahmini yaptığını anlatmıştı. Salih Amca, üç beş günden fazla hava tahmini yapamayan modern meteorolojinin aksine, büyük oranda isabet kaydediyordu. Ağustos ayını seçmesinin nedeni, bu ayda halk arasında bilinen “ağustosun yarısı yaz, yarısı kıştır” deyişiyle ifadesini bulan (bir başka örüntü!), çok farklı hava koşullarının görülmesiydi.
Yine Buğday Derneğinin düzenlediği Yaşam Okulu’nun eğitmenlerinden akademisyen Sinan Canan, bu fenomenin, fraktal geometride karşımıza çıkan “kendine benzerlik” ilkesiyle açıklanabileceğini söylüyor: “Eğer bir sistem kaotik ise ve küçük ölçeklerde kendine benzerlik özellikleri sergiliyorsa; sistemin seyir düzeninin zaman içindeki küçük bir parçasına bakarak, ileride izleyebileceği yollar ve geçireceği durumlar -bir dereceye kadar- öngörülebilir. Hatta şartlar uygun olduğu takdirde, değişik zaman pencerelerinde yapılan gözlemlerle yine farklı genişliklerde tahminler üretilebilir. Kuramsal olarak, nereye ve ne zaman bakacağınızı bilirseniz, bir saat gözlemle gününüzü; bir günlük bir gözlemle önünüzdeki bir yahut 10 yılı, kaba hatlarıyla öngörebilme olasılığınız var!” (Canan, http://sinancanan.blogspot.com/2009/01/yarn-soyle-guzel-bir-piknik-yapmay.html)
Örüntülemeyi tasarımda nasıl kullanabileceğimizi, birbiriyle yakından ilintili üç örüntüyü ve bunlardan hareketle uygulanan tasarımları inceleyerek örneklendirebiliriz.
1. KENAR ETKİSİ:
Kimyasal, fiziksel özellikleri veya soyut karakteristikleri açısından farklı her ortamın az çok tanımlanmış bir sınır durumu vardır. Bu sınırlar, yüzeyler veya algılanabilir farklılıklar iki ortam arasındaki etkileşim ve alışverişin meydana geldiği yerlerdir. İşte permakültürde, ortamlar arasındaki bu sınır özelliğini kullanmak, iki ortam arasında akışı sağlayacak unsurlar yerleştirerek mekânsal ve zamansal nişler yaratmak verimliliği artıracak temel tasarım stratejilerinden biridir.
Doğada bu sınırlar organizmaların yerleşmesi için genellikle çok elverişli yerler oluştururlar, zira sınırda, her iki ortamın da özelliklerinden faydalanmak mümkün olduğu gibi, iki ortamın etkileşime girmesinden doğan özel dinamikler de geçerlidir, dolayısıyla bu bölge üçüncü bir ortam oluşturur. (Orman ve çayır veya deniz ve kara gibi) İki ekosistemin karşılaştığı yerde (ekotonlarda), her iki sisteme ait türler bulunabilir, buna ek olarak birçok durumda ekotonlar, kendilerine ait türleri de barındırırlar.
İki soyut veya somut sistemin sınır temasına girmesiyle oluşabilecek etkileşim şu olasılıkları doğurur:
– Getiri, istikrar veya büyüme açısından iki sistemde de bir fark oluşmaz.
– Sistemlerin biri, diğeri pahasına fayda sağlar.
– İkisi de fayda sağlar.
– İkisi de getiri veya canlılık açsından kayba uğrar.
– Biri fayda sağlarken, diğerinde bir değişiklik olmaz.
– Biri kayba uğrarken, diğerinde bir değişiklik olmaz.
İyi haber şu ki, organizmalar ve sistemler genellikle birbirlerine iyi uyum sağlarlar. Birçoğu karşılıklı fayda görürken ancak pek azı diğerlerinin getirisini düşürür veya birbirini ortadan kaldırır. Yetiştirmekte olduğumuz bitki grupları söz konusu olduğunda, getiri ve sistem istikrarı açısından güçlü bir strateji, uyumlu unsurları seçerek bir araya getirmeye dayanır. İki uyumsuz sistem arasına karşılıklı uyum sağlayacak bir bileşen yerleştirebiliriz. Önemli olan, uyumsuzluğun sıfırlanacağı, karşılıklı bağımlılığın artırılacağı bileşenleri seçip yerleştirmektir. Yapılacak en büyük hata ise, farklılıkları yaratıcı bir şekilde kullanmak yerine bunları yok etmeye çalışmaktır. Tasarımın altın anahtarlarından biri, ölçeği küçük, çeşidi bol tutmaktır. (Mollison, s. 79-81)
İki sistem arasındaki etkileşim olasılıklarının tümünü kapsayan “kenar etkisi”, permakültürde önemli bir faktördür, zira sınır bölgelerinde ortamlar arası alışveriş ve buna bağlı olarak çeşitlik ve verim artar. Dolayısıyla tasarımcıların, bitkileri, su unsurunu veya binaları kullanarak uyumlu “kenarlar” yaratmaları tavsiye edilir.
İki ortam arasındaki kenar uzunluğunu, dolayısıyla da kenar etkisini artırmaya yönelik üç pratik örnek:
2. SARMALLAR:
Doğada özellikle de büyümeyle ilgili birçok görüngü, sarmal formunu içerir. Bunlar dönüş halinde (dinamik) veya sabit (statik) olabilir ve daha ziyade yüzeyler üzerinde belirli bir hızdaki akışın içkin özelliğidir. Zaman içinde belli bir yörünge izleyen cisimler de bir sarmal çizerler. Kimi deniz canlılarının kabukları, bitkilerin dal ve yaprakları sarmal çizerek gelişirler. Üç boyutlu sarmallar, karmaşık şekilli uzun şeritler oluştururlar. Örneğin DNA çifte helezon formu sergiler.
Farklı yerleştirildiğinde iyice yayılıp yer kaplayacak şeylere derli toplu bir biçim vermek veya su ve rüzgâr akışlarını arazideki amaçlarımıza hizmet edecek şekilde yönlendirmek için, tasarımlarda sarmal formuna sıklıkla başvurabiliriz.
3. DALLANMALAR
Elektrofizik alanında önemli deneyler yapan Lichtenberg (1742 – 1799), hızla hareket eden yıldırımın hemen hemen hiçbir zaman doğrusal bir yön izlemediğini gözlemleyerek, yıldırımın karakteristik özelliğini açıkça ortaya koyan bir örüntüye parmak basmıştır: Elektrik yükü, iyonize bir parçacıktan bir ötekine atlar. Akımın bir noktadan ötekine geçerken izleyeceği yol, her adımda yeniden belirlenir. Bu yolu önceden kestiremeyiz belki, ama oluştuktan sonra hemen tanırız!
Dengeden alabildiğine uzak bir düzlemde, yani yüksek enerji düzleminde, madde ile enerjinin aynı anda bir ortam tarafından taşınması durumunda, ortaya her zaman aynı örüntü çıkar. Bu oluşumların sadece zaman parametreleri farklı olabilir. (Cramer, s. 174) Nitekim akarsu deltaları ve ağaçlardaki dallanmalar aynı belirleyici ilke ile biçimlenir.
Bir ağacın olası biçimi, genetik düzlemde belirlenmiştir, dolayısıyla ne şekle girerse girsin, bir çam, bir kavaktan farklı olacaktır. Ama genetik sistemin sunduğu olasılıklar yelpazesi içinde, ağacın ilerideki somut şekillenişini önceden kestirmek olanaksızdır. Zira ağacın bulunduğu yerin ve konumun, çevre iklim koşullarının, rüzgârın, etrafındaki diğer canlı ve cansız varlıkların bu gelişmeye nasıl etki edeceği önceden hesaplanamaz.
“Bir ağaç da, belli bir genetik programa göre açılımlar yapıp gelişen dallanma, çatallanma noktalarından sıçrayan bir sistemdir; bu sistemde de çok yüksek bir enerji düzeyinde (canlının enerji düzleminde) madde aktarımı ve özümsenmesi süreçleri gerçekleşmekte ve (…) tersinmez kararlar birbirini izlemektedir. İlkece baktığımızda, bir ağaç, sadece yavaşlamış (yavaşlatılmış!) bir yıldırımdan başka bir şey değildir; sadece yıldırıma göre onun zaman göstergesi alabildiğine ağır akar.” (Cramer, s. 176)
Nehirlerde veya ağaçlarda görülen dallanmanın (ya da büyüklük ve hacim değişikliğinin) her noktasında, basınçlardan, akışlardan, hızlardan, gaz alışverişinden dalların özgül büyüklüğüyle bağlantılı yaşam biçimlerine kadar her şey değişir. Aynı şekilde, dallanmanın her bir aşamasının yarattığı farklı koşulları, örneğin ekosistem katmanlarında, insan yerleşimlerinin büyüklüklerinde, nehir ve yolların taşıma kapasitesinde gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla yerleşimlerimizi, trafiği, binaları tasarlarken bu işlev-boyut ilişkisine dikkat etmemiz gerekir.
Malzemeleri toplamak, dağıtmak veya çift yönlü bir akış temin etmek gerektiğinde düz hatlar kullanmak yerine dallanma örüntüsüne başvurmak pek çok fayda sağlar. Örneğin bahçede çıkmazlar veya “anahtar deliği” biçimli yürüyüş yolları kullanılabilir, böylece daha kısa rotalar izleyerek bahçenin bakımını yapmak ve ürün toplamak mümkün olur, türler arasında alışveriş kolaylaşmış olur.
Bu yazı kapsamında ele alınmamakla birlikte, estetik duyarlılığımıza hitap eden formlardan, sürdürülebilir insan yerleşimlerine ve yaşayan sistemlere kadar çeşitli tasarımlara temel oluşturabilecek (rüzgâr ve su gibi akışkanların yeryüzündeki ve atmosferdeki hareketleri, gök cisimlerinin döngülerinin yeryüzüne etkisi gibi) daha pek çok örüntü mevcuttur. Bu örüntüleri yan yana getirdiğimizde, üst üste çakıştırdığımızda, iç içe geçirdiğimizde, doğanın işleyişini anlama yolunda önemli ipuçları elde ederiz.
Ne büyüme, ne de dallanma sonsuza kadar sürer. Örneğin doygun ekosistemlerde (toprak içindeki mantarlar ve yumrular, yer örtücüler, otsu bitkiler, çalılar, bodur ağaçlar, yüksek ağaçlar ve tırmanıcı bitkilerden oluşan) 7 bitki örtüsü katmanı gözlemlenir. İnsan vücudunda omuz, dirsek, bilek, el ayası ve parmakların üç boğumunu sayarsak yine yedi aşamalı bir dallanmanın söz konusu olduğunu görürüz.
Pek çok bitkinin yaprakları, sapın etrafında bir önceki veya bir sonraki yaprağa göre arada yarı yarıya, üçte bir vs. oranında mesafe bırakacak sarmal şekilde dizilir. Bu konumlanmalar Fibonacci serisine [Bu özel seride, bir sonraki sayı, önceki iki sayının toplamından (1, 1+0 = 1, 1+1= 2, 1+2= 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55) veya bir oran önceki iki oranın toplamından (1:2 + 1:3 = 2:5; 1:3 + 2:5 = 3:8; 5:13, 8:21, 13:34) meydana gelir] uygun bir şekilde gerçekleşebilir. Ancak bu gizemli düzenlilik bile zaman içinde bir evrede bozulur, büyüme sona erer.
Öklid geometrisi, doğadaki formların kavranmasında ne kadar yetersiz kalıyorsa, düz hatlardan oluşan örüntüler de arazi ve insan yerleşimi planlamasında verim, estetik ve çeşitliliğin desteklenmesi açısından sınıfta kalır.
Dikkatli bir gözlem ve örüntü bilgisi, dengesizlik durumlarının akışa ve harekete, akışın sona ermesinin ise durağanlaşma, çürüme ve bozulmaya sebep olduğunu, fakat her çürümenin de yeni bir yaşam formunun oluşmasına katkı sağladığını fark etmemizi sağlar. Evren, dengesizlik ve dengenin, düzensizlik ve düzenin, basitlik ve karmaşıklığın, yaşam ve ölümün, bir ve aynı bütünün içinde salınıp durduğu sonsuz bir olasılıklar kümesidir adeta.
“Tasarımın geleceğinin, örüntülerin bilgece uygulanmasında yattığına ve bu sayede zorlu problemlere birçok çözüm getirilebileceğine inanıyorum” diyen Mollison (s. 71), biyolojik veya toplumsal herhangi bir sistemin kavranması ve üretilmesi söz konusu olduğunda, aynı anda hem parçayı hem bütünü gözetecek hem de aralarındaki ilişkileri sezecek kadar iyi bir gözlemci olmamızı, çeşitliliği desteklememizi, karşılıklı fayda sağlayacak etkileşimleri teşvik etmemizi ve nihayet, bütün bunları doğanın alfabesiyle kodlayıp ifade etmemizi öneriyor.
Örüntülerle haşır neşir olmak, insanı form anlayışının ötesinde, varoluşla ilgili farklı bir algı ve kavrayışa götürdüğünde, dünya üzerindeki sorumluluğumuzu ele alıp etik bir yaklaşım içinde düşünmeye ve davranmaya başlarız, ki permakültürün belki de en can alıcı katkısı buna parmak basmasıdır.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Bill Mollison, Permaculture: A Designers’ Manual, Tagari Publications, 1988. (Kitabın Türkçe yayınlanması için çalışmalar sürüyor, gelişmeleri Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü?nün İnternet sitesinden takip edebilirsiniz.)
- Friedrich Cramer, Kaos ve Düzen ? Sırat Köprüsündeki Hayat, Alan Yayıncılık, 1998.
- Hira Doğrul, “Örüntü” Kavramına Kısa Bir Giriş Denemesi
- James Gleick, Kaos, Tübitak Yayınları, 1995.
- Miranda Lundy, Kutsal Geometri, neKitaplar, 2001.
- Sinan Canan, kaos kuramı, fraktal geometri ve kenar etkisi hakkında çeşitli yazılar
Belgeseller:
Permakültür hakkında daha fazla bilgi için Türkçe İnternet siteleri ve haberleşme grupları: